TDK, “Hal-i Pür Melali” kaygılandıran ve bıkkınlık veren, üzüntü verici durum diye açıklar.
Günümüze birdenbire gelmedik.
12 Mart 1971 öncesi, emek ve gençlik kesiminde oluşan toplumsal gelişmeler, sermaye kesiminde olduğu gibi, ordu üst kademesini de rahatsız etmişti.
12 Mart 1971’de ordu üst kademesi, mevcut Süleyman Demirel hükümetine (Adalet Partisi) muhtıra verdiğinde, Genel Kurmay Başkanı, “Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi geçti, zararlı hale geldi” demişti.
Demirel hükümetinin “Batılı”lardan yeterli destek görememesi, Seydişehir Alüminyum- İskenderun Demir Çelik Projeleri nedeniyle Sovyetler Birliği yönetimiyle ilişkiler kurması, emek kesiminde TÜRK-İŞ’in “partiler üstü” politikalarına karşı çıkan demokratik sınıf ve kitle sendikacılığını önceleyen sendikacıların Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (DİSK) kurmaları ve DİSK’in kısa sürede, özellikle de özel sektörde örgütlenerek ikinci büyük konfederasyon olması, 1961 Anayasası'nın öngördüğü temel hak ve özgürlükleri kullanan gençliğin, dünyadaki ilerici gelişmelere paralel örgütlenmeleri, emek-çiftçi-köylü kesimle bağ kurmaları, başta uluslararası sermaye olmak üzere, ABD-AET (AB)- ve yerli iş birlikçilerini rahatsız etti.
Bu nedenlerle, 12 Mart’ta başlayan, finali 12 Eylül 1980’de yapılan ve sonrasında da devam eden insan haklarına yönelik baskı ve zorlamaları, bu zorlamalar sonucu yaratılan 12 Eylül Hukuku’nu irdelemek içi, hukuk devleti- insan hakları- hukukun üstünlüğü ve ekonomik gerçeklikleri, inanç alanında oluşan gerilemeyi, bir arada, objektif olarak ele almalıyız.
1970’li yılların ortalarına doğru dünya kapitalist sistemi büyük bir kriz yaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulanan kapitalist ekonomik model tıkanmaya başlayınca, modelin değişmesi için yeniden ayarlamadedikleri değişim gerekti ve dünyada egemenlik kurmuş kapitalist güçler ve örgütler (Dünya Bankası- IMF vb.) yeniden ayarlama modelini devreye soktular.
Bu model, uluslararası sermayenin sorunlarını, tıkanıklıkları giderme modeliydi.
Bu model, yüksek fiyat, düşük ücret şiarıyla büyük sermayeye kaynak aktarımı sağlayıp, sermayenin yoğunlaşmasını, bağımlı ülke ekonomilerinin özelleştirme kanalıyla uluslararası sermayenin ortak olduğu şirketlere aktarımını, istikrar adı altında o ülkelerin çalışan-üreten-düşünen kesimlerine baskı ve zor ile kabul ettirecek bir modeldi. İstenen modelin uygulanabilmesi için de baskıcı bir rejim gerekiyordu.
Türkiye’ye dayatılan modelin adı da 24 Ocak Kararları olarak açıklandı.
24 Ocak Kararları açıklanmadan önce, Türkiye Ekonomisi, dönemin Başbakanı’nın deyimiyle, 70 cent’e muhtaç durumdaydı. Ülke, büyük bir ekonomik ve politik kriz yaşıyordu. Hükümet, ABD başta olmak üzere, AB (AET), Dünya Bankası ve IMF’den acil olarak 1 milyon dolar kredi istedi. Onların kredi vermek için şartları da şunlardı: Devlet sektörünü özelleştirin, ülkenize yabancı sermayenin girişini kolaylaştırın, ekonominizi liberalleştirin, sendikalar yasasını değiştirin… Hükümet, koşulları kabul etti. Ne var ki, taleplerin yapılabilmesi için yasa değişiklikleri gerekiyordu. Dayatılan reçete acı reçete idi. Hükümet, 24 Ocak 1980’de açıkladığı 24 Ocak Kararlarını, yasa değişikliklerini, toplumsal muhalefetin de karşı çıkmasıyla parlamentodan geçiremediği için uygulayamadı, kredi alınamadı.
Uluslararası sermaye, demokratik bir ortamda ülkeler gelişemez, ekonomik kalkınma olmaz, demokratik ortamlar anarşi üretir diyerek toplumsal muhalefeti sorumlu tuttu. Demirel’de bu anayasa, bu özgürlükler bize bol geliyor diyordu. Günü kurtarmanın, kredi almanın yolu toplumsal gelişmenin bastırılmasıydı. 12 Eylül 1980 sabahı, bilinmeyen ellerce(!) tırmandırılan terörün durdurulması, grevlerin yasaklanması için askerler tarafından darbe yapıldı, (dönemin ABD Başkanı, darbe haberi verilince, bizim oğlanlar yaptı demişti) ara rejim oluşturuldu. Parlamento lağvedildi, anayasa iptal edildi. Hukuk Devleti yerine Yasa Devleti getirildi. DİSK kapatıldı. Yöneticileri cezaevine atıldı. Siyasi Partiler kapatıldı.
Askeri Yönetim, lağvettiği parlamentoyu, atanmış parlamenterler kanalıyla açtı. 24 Ocak Kararlarının uygulanması için yasa değişikliklerini yaptırdı. İnsan Hakları ortadan kaldırıldı. 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin kişi yargılandı. Siyası idamlar, yargısız infazlar yapıldı. Faşist Yönetim, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak da 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal’ı atadı. 274-275 Sayılı İş Yasası sermayenin istediği şekilde değiştirildi. Üniversitelerin özerkliği kaldırıldı, YÖK kuruldu. Eğitim Sistemi sorgulayan değil, ezberleten bir sistem oldu. Üniversite müfredatı lise düzeyine indirildi. Meydanlarda-mitinglerde, elde Kuran, söylevler verildi. Laiklik ilkesi kaldırılmadıysa da tarumar edildi. Günümüzde bile, laikliğin teminatı Adalet Saraylarında Kuran Kursları açıldı. Selefi- Vehhabi görüşlülere “dokunulmazlık” tanındı.
Muhalefet de, özellikle 90’lar sonrası Baykal CHP’si de, laikliğin tek düşmanı baş örtüsüymüş gibi, üniversitelere başörtülü öğrenci alımını engelleyen, ikna odaları kuran (Nur Serter vb.) üniversite yöneticilerine destek olup selefilerin ekmeğine katık oldular.
Yürürlükteki Anayasa’mızın 2. Maddesi Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir der.
Laiklik, devlete bağlı din, dine bağlı devlet sistemini reddeden yönetim biçimidir.
Anayasa Madde 24/1: Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Madde 24/3: Kimse, ibadete, dini törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz der.
Üzülerek görüyorum ki, 12 Eylül Faşist Yönetiminin iktidar yollarını altın tepside sunduğu mevcut AKP Hükümeti, laiklik- eğitimde eşitlik ilkelerini, yerle yeksan ediyor; tebliğciler- cemaatler tarikatlar kanalıyla; ÇEDES türü uyduruk projeler vasıtasıyla yok ediyor; 3-5 yaşlarındaki beyinlere zorla dini eğitim vermeye çalışıyor.
Açlık-yoksulluk-eğitimdeki gerileşme-laiklikten ödün verilmesi gibi sorunlarla uğraşması gereken muhalefet, halkın gündeminden uzak, olmayacak gündemler peşinde.
Muhalefet, çok geç olmadan, adına birleşik demokratik cephe mi, başka bir isim mi, ne diyeceklerse bir araya gelmeli, trol tv kanalları yayınlarıyla sade vatandaşların beyinlerini yıkamaya son vermelidir.
Muhalefetin tamamını, kendilerini izole edilmiş, kapı-pencereleri kapatılmış, akustiği mükemmel YANKI ODALARINDAKI ben merkezci insanlara benzetiyorum. Bağırdığında, ses yankı yapıp gelince de “benim gibi düşünen varmış, haklıymışım” diyorlar.
Çıkın artık YANKI ODALARINDAN, gerçeklerle yüzleşin.
Kişisel iktidarlarınızın hesabını yapmayın.
Çok bağıran, çok haklı olmuyor.
Para karşılığı yapılan anketler gerçekleri yansıtmıyor.
Etrafımız ateş çemberi.
Mevcut gidişattan kurtuluşun çarelerini arayın.