Anadolu’muzun kimi bölgelerinde, konuştuğumuz dilin birbirine yakın şiveleri de kullanılır. Dil ve şivelerimizde, abartılı tanım, lakap ve adlandırmalar da bulunmaktadır. Pısırık olduğu bilinen birine “cesur” ismi verilmesi, yaşamında küçük bir direngenlik gösteren kişiye “kahraman” sözcüğüyle hitap edilmesi gibi… Lakin bazı şahıslara yakıştırılan kimi lakap ve adlandırmalar vardır ki, isabetli olarak hak ettiği yeri bulmuştur.
Ulusal kurtuluş mücadelemizde, ülkesinin geleceği için gözünü budaktan esirgememiş kahramanlar olduğu gibi, kişisel ikbali için ihanete savrulanların bulunduğunu da, milli mücadele öykü ve belgeselleri ile tanık anlatımlarından öğreniyoruz.
Ulusal kurtuluşta Anadolu kadınları da aktif bir rol oynamıştır. Kadınlar yalnızca kocasını veya evladını Kurtuluş Savaşı'na yollayarak değil, bizzat yurt savunmasında yer alarak da milli mücadeleye destek olmuştur. Cepheye cephane ve mühimmat taşıyan kadınlar, toplumsal hafımıza kazınmıştır. Halide Edip Adıvar gibi yazar ve aydınlar, milli mücadelenin kavranması ve desteklenmesi için yoğun çaba vermişlerdir. Kara Fatma olarak da bilinen Fatma Seher Erden, kurduğu çete ile katıldığı düzenli orduda 300 kişilik bir müfrezeyi yönetmiş, İzmit'in düşman işgalinden kurtuluşunda rol oynamış, ardından I ve II. İnönü Muharebesi, Sakarya Meydan Muharebesi ile Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde çarpışmış ve İstiklal Madalyası’na hak kazanmıştır. Nene Hatun Rus işgaline karşı Erzurum'daki halk direnişinin simgesi haline gelmiş, Şerife Bacı ise orduya cephane taşırken kağnısının üzerinde donarak ölmüş ve kadınların savaşın kazanılması için yaptığı fedakârlık ve kahramanlıkların sembolü haline gelmiştir. Yine kadınlar cephelerde hemşirelik hizmetleri vermiş, savaş meydanlarının tehlikeli koşullarında yaralı askerlere yardım etmek için hayatlarını hiçe sayarak, adlarını unutulmaz “kahramanlar” arasına yazdırmışlardır.
Sizleri ulusal mücadeleden başka bir mücadele alanına, sendikal alandaki sınıf mücadelesine götürerek, bir anımı paylaşmak istiyorum. Zira bu alanda da bir kısım şahıslara yönelik abartılı tanım ve lakaplarla karşılaştığım gibi, kadın kahramanlara da tanık olduğumu belirtmek isterim.
Geçtiğimiz yıllarda sendikamızın İzmir Şube Başkanı, Aydın Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir şirkette çalışmakta olan sarı otobüs şoförlerinden örgütlenme talebi aldıklarını, bu işçilerin iş yerlerinin, yapmakta oldukları işin özelliği nedeniyle genel hizmetler iş kolunda olmaları gerekirken, büro, ticaret, eğitim iş kolunda tescil edilmiş olduğunu söyledi. Bu karmaşık hususta kendilerine destek olabilecek arkadaşların (yönetici ve uzmanlar) görevlendirilmelerini talep etti. Ayrıca işçilerle yapılacak ilk tanışma toplantısında, genel başkan olarak benim de bulunmamı istedi.
İşçilerle Aydın il merkezindeki ilk buluşma, gece 23.30’da bir kır kahvesinde gerçekleşti. Belediye şirketinde çalışan toplam 250-300 civarındaki işçinin öğleden sonraki mesaileri gece 23.00’te sona erdiğinden, buluşma için geç bir saat seçilmişti. Toplam işçi sayısının yarısına yakını buluşmada hazır bulunmuştu. Sabah postasında erken işe başlayan diğer işçilerin ise toplantıya katılabilmeleri çok zordu.
İşte bu buluşmada en ön sıralarda oturarak yerini almış kadın işçilerin cesaret ve öncülüğüne bir kez daha tanık oldum. Toplantıda erkek işçilerin, kadın işçilere göre sayısal bir ağırlığı vardı. Ne de olsa otobüs şoförlüğü yapıyorlardı. Ülkemizde kadınlar bu sektörde bir süredir istihdam ediliyordu. Tanışmamız çok sıcak ve güven ilişkisiyle başladı. İşçilere iş kolunda yapılan hatalı tescili açıklamak ve doğru iş kolunun ne olması gerektiğini belirtmek suretiyle, belediyede örgütlü olan ve DİSK dışında farklı bir konfederasyona bağlı sendikaya gitmeme nedenlerini sordum. İşçiler bu sendikaya gittiklerini ancak sendikanın kendileri ile ilgilenmek istemediklerini bildirdiklerini söylediler. Bunun nedenini sorduğumda ise, “Belediye Başkanı’nın sarı otobüs şoförlerinin sendikalaşmasını istemediğini, bu nedenle kendilerini örgütleyemeyeceklerinin söylendiğini” bildirdiler. İşçilere, sendikal örgütlenmenin işçinin rıza ve iradesiyle gerçekleşebileceğini, bunun anayasal bir hak olduğunu, bizlerin DİSK ve bağlı sendikalar olarak iktidarlardan, siyasi partilerden ve işverenlerden bağımsız olduğumuzu, bu nedenle bu kararı işçilerin vereceğini bildirdik. Bunun üzerine toplantıya katılanlar arasında yapılan oylamada işçilerin tamamının bu örgütlenme çalışması için olur verdiğini ve hazır olduğunu bildirmesi üzerine o günkü toplantıyı sonlandırdık.
Akabinde bu çalışmanın sonu nereye varırsa varsın,örgütlenmenin gerçekleşmesine karar vererek çalışmaya koyulduk. Bir ay dahi dolmadan iş yerinde çoğunluğu sağlayarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yetki tespiti için gerekli başvuruyu yaptık. Başvuru gününün gecesinde, aynı yer ve saatte işçilerle tekrar bir araya gelerek somut durumu paylaştık. Toplantının yapıldığı mekân sahibi, gece çevrede oturanların atılan sloganlardan rahatsız olduğunu, toplantıyı mümkün olduğunca sessiz bir şekilde sürdürerek bitirmemizi istedi. Adam haklıydı, işçiler gerçekten fazlaca coşkuluydu. Coşkuyla başlayan çalışmalar aynı coşku ile devam etmiş ve bu nedenle kısa sürede sonuç alınarak işyerinde nitelikli çoğunluk sağlanmıştı.
Üç hafta sonra Çalışma Bakanlığı’nın sendikamızın iş yerinde yetkili olduğunu belirleyen yetki yazısı sendikamıza ulaştı. Yazının aynı sürede Belediye'ye ulaştığını tahmin ettiğimizden, işverenle görüşerek bu çalışmanın barış içinde ve karşılıklı iyi niyetle başlayıp sonuçlanabilmesi amacıyla görüşme talep ettik. Ancak işveren konumundaki belediye bu talebimize olumlu bir yanıt vermediğinden görüşme gerçekleşmedi. İşverenin bu sendikal örgütlenmeye verdiği yanıt ise, dokuz işçinin iş akdinin feshedilmesi oldu. Daha sonra işten çıkarma talimatının direkt Özlem Çerçioğlu tarafından verildiğini ve Çalışma Bakanlığı'nca gönderilen yetki (çoğunluk) yazısına da süresinde itiraz edilerek toplu sözleşme sürecinin sekteye uğratıldığını öğrendik.
İşçilerin işten çıkarılması karşısında işçilere verdiğimiz sözden geri adım atmamak için, belediyenin yakınlarında bir yer belirleyerek direniş çadırımızı kurduk. Direniş çadırına farklı siyasi yapılardan birçok destek ziyareti gerçekleşti. Bir siyasi partinin il başkanı şube başkanımızı arayarak “neye” ihtiyacımız olursa söylememizin yeterli olduğunu, on yıl da sürse haklı direnişimize destek olacaklarını bildirdi.Kendilerine teşekkür ederek bir şeye ihtiyacımız olmadığını söyledik. Emek dostu olan kurumların yanı sıra, il kongresi olan bir siyasi partinin eş genel başkanı ile milletvekillerinin direniş çadırını ziyaret edeceklerini bildirmesi üzerine, şube başkanımızla birlikte ben de bu ziyarette bulunarak, destekleri için eş genel başkan ve vekillere teşekkür ettim.
Direniş sürecinde sorunun çözümü için CHP’nin üst düzey yöneticileriyle temasımız devam ederken, işçilerin işten atılmaları ile ilgili sorunu çözmek için de, CHP Aydın milletvekilleri ve üst düzey parti yöneticileriyle görüştüm. Ne yazık ki kendileri bir varlık gösteremediler. Bunun temel nedenini, Özlem Çerçioğlu’nun baskın bir kimlik ve kişiliğe sahip olmasına bağlıyorum. Bir yöneticinin araya girmesiyle Özlem Çerçioğlu ile bir görüşme ayarlandı. Görüşmeye DİSK önceki Genel Başkanı ve İzmir milletvekili Kani Beko, Sendikanın Genel Başkanı olarak ben ve İzmir Şube Başkanımız katıldı. Makama kabul edilip tanışma faslını geçtikten sonra Belediye Başkanı'na meramımızı anlatarak, üyelerimizin örgütlenme hak ve taleplerini, yapıcı ve iyi niyetli çabalarımızı ortaya koymak suretiyle, haksız işten çıkarmaların doğru olmadığını belirttim. Kani Beko da, sosyal demokrat anlayışla belediyelerin uzun süredir sendikalarla birlikte bir çalışma kültürü oluşturduğunu, bu çerçevede buradaki sorunun da çözümünü arzuladıklarını belirtti. Özlem Çerçioğlu ise belediyede bir sorunun olmadığını, belediye çalışanlarının uzun süredir sendikalı olduklarını, hatta kendi fabrikasında çalışan işçilerin de DİSK üyesi olduklarını belirtti. İşten çıkarmaların işçi fazlalığı nedeniyle yaşandığını, işçilerin ücretlerini zamanında ve eksiksiz aldıklarını, dışarıdan kendisinin işçilere ve sendikalara karşıymış gibi bir algı yaratıldığını, bunun doğru olmadığını belirttikten sonra,telefonla dışarıda bekleyen bir şahsın içeri alınmasını söyledi. Özlem Çerçioğlu, çağrı üzerine içeriye giren ve karşısında el pençe divanda duruş sergileyen zatın, belediyede çalışan işçilerin başkanı olduğunu belirterek, gelen şube başkanına arka arkaya sorular yöneltmeye ve hemen akabinde cevaplarını almaya başladı;
“Efendim bizim sendikaya karşı olduğumuz söyleniyor…”
“Değilsiniz Başkanım…”
“Bizim işçilerin hakkına saygı göstermediğimiz söyleniyor…”
“Saygı gösteriyorsunuz Başkanım…”
“Efendim benim işçi düşmanı olduğum söyleniyor…”
“Değilsiniz Başkanım…”
Belediye Başkanı sordukça, şube başkanının başı emme basma tulumba gibi öne eğilip kalkıyordu. Belediye Başkanı ne derse, beklediği karşılık anında geliyordu.
Özlem Çerçioğlu’nun görevine yoğunlaştığı bir sırada Kani Beko ile diğer sendikanın şube başkanı arasındaki diyaloğa Özlem Çerçioğlu’nun dahil olmasıyla, şube başkanının Kani Beko’ya saygı sınırlarını aşan yaklaşımı da höykürmeye dönüştü. Konuşma epeyce nezaketsiz ve rahatsız edici bir hal alınca, bu duruma kayıtsız kalamayarak “sen kimsin ki DİSK’in başkanına ve bir milletvekiline karşı böylesine bir dil ve üslupla konuşuyorsun!” diyerek şube başkanının üzerine yürüdüm. Özlem Çerçioğlu araya girerek, “Efendim buraya kavga etmeye mi geldiniz, sorun istemiyorum…” dedikten sonra, gidebileceğini söyleyerek şube başkanını gönderdi. Çerçioğlu’na bu ortamı kendisinin oluşturduğunu, bizlerin kendisiyle görüşmeye geldiğimizi, şube başkanının bizim muhatabımız olmadığını ısrarla belirttim. Görüşmemizden olumlu bir sonuç çıkmayacağı belliydi. Bir süre sonra izin istediğimizde Kani Beko’ya dönerek, “Kani Bey yarın Ankara’da mısınız, ben yarın grup toplantısına katılmak için Ankara’da olacağım, Ankara’da görüşürüz…” dedi. Ortamdan ayrıldıktan sonra işten çıkarılan işçilerle değerlendirme yaptık. Kani Beko, “Metin Başkan, Çerçioğlu yarın grup toplantısına katılacakmış, bence yarın sen de gruba katıl ki, orada yalnız başına olmadığını görsün” dedi. İşçilerle vedalaşarak Ankara’ya döndük.
O güne kadar defalarca TBMM’ye gittim. Önceki DİSK Genel Başkanlarından milletvekili Süleyman Çelebi ve Kani Beko’nun dışarıdan ücretsiz uzman belirleme hakları nedeniyle serbest giriş kartı edindim. Görüşmelere ve komisyon toplantılarına katılarak konuştum. Ancak ilk kez bir partinin grup toplantısına katılıyordum. Gruba gelen konuklar arasında, Çerçioğlu ile benim de isimlerimiz anons edildi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu konuşmasını bitirince, grup toplantısı da sone erdi. Aynı gün TBMM’de başka bir ziyarete iken üst düzey bir yönetici arayarak ve tarafıma aktardığına göre Özlem Çerçioğlu Genel Başkan'a, bir önceki gün Aydın’da kendisine yapmış olduğumuz ziyaretle ilgili olarak Kani Beko’nun DİSK Genel Başkanı gibi davrandığını, kendisini zor durumda bıraktığını, bu nedenle Kani Beko’nun cezalandırılması ve haddinin bildirilmesi gerektiğini ifade ettiğine tanık olduğunu söyledi. Bu nedenle bugün Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşerek duruma açıklık getirmem önerildi. Özel Kalem'le girişimlerde bulunmama rağmen, Kemal Bey’in çok yoğun olduğu ve görüşmemizin mümkün olmadığı bildirildi. Bunun üzerine aynı yönetici (emek dostu olması nedeniyle kendisine her zaman müteşekkir oldum. Kendisinden izin almadığım için ismini belirtemiyorum) özel kalemi bizzat arayarak, DİSK/ Sosyal İş Sendikası Genel Başkanı Metin Ebetürk ile İzmir Milletvekili Kani Beko’nun, Genel Başkan’la önemli bir konuyu görüşeceklerini, kendilerine beş dakika da olsa zaman ayırılması gerektiğini söyledi. Kısa bir süre sonra özel kalem arayarak, Kemal Bey’le görüşmemizin saat 17.00’de olacağını, yoğunluk nedeniyle hazır olmamız gerektiğini söyledi.
Kemal Kılıçdaroğlu hoş geldiniz dedikten ve bize nasıl yardım edebileceğini sorduktan sonra sözü alarak, “Sayın Genel Başkanım, Kani Beko uzun yıllardır emek mücadelesine devam ediyor. Bu mücadelenin önemli bir kısmı DİSK ve bağlı sendikalarında sürdü. Sizler milletvekilliği önerdiğinizde, kendisi sınıfın ve sendikal örgütlülüğün gücünü ve desteğini yanında hissetmek için bizlerden izin istedi. Bizler de yıllardır devam ettirdiği emek mücadelesine TBMM çatısı altında devam etmesi koşuluyla kendisine helallik verdik. Şimdi doğal olarak CHP ile sizin verdiğiniz ağır sorumluluk ve görevleri var. Hem sizin verdiğiniz görevleri, hem de DİSK’in ve bizlerin verdiği sorumluluğu yerine getirmesi gerekir. Siz de kabul edersiniz ki bu iki görev de, önemleri nedeniyle zaman zaman çakışıyor gibi gözükebilir. CHP’nin emek dostu bir parti olması ve Kani Beko’nun yıllardır sürdürdüğü emek mücadelesi nedeniyle, tercih önceliği “EMEK” olmak zorundadır. Bu nedenle bazı davranışların mazur görülmesi gerekir” dedim. Kemal bey de, “Tabii ki böyle olması gerekir. Emek mücadelesine inanç ve katkısı nedeniyle, sizin söylediğiniz gibi bu mücadeleyi Meclis çatısı altında yapması için kendisine çağrı yaptık” dedi. Görüşmemiz olumlu bir sonuca bağlanmıştı ama Aydınlı işçilerinin sorunu devam ediyordu.
Özlem Çerçioğlu sorunun çözümü için en küçük bir adım atmıyor, şahsıma ve sendikamıza yerel basın ve sosyal medya aracılığıyla saldırılarını sürdürüyordu. İşçilerin direnişinin 1 yılı doldurması nedeniyle, DİSK’le birlikte Aydın Belediyesi’ne kitlesel (Aydın ve çevre illerden emek dostu örgüt ve yöneticiler ile işçiler ve ailelerinin katıldığı) yürüyüş ve basın açıklaması yaptık. Basın açıklaması öncesinde DİSK Genel Başkanı ve ben birer konuşma yaparak, Özlem Çerçioğlu’nu işçilerin Anayasal haklarına saygı göstermeye davet ettik. Ben konuşmamın bir kısmında, “Özlem Çerçioğlu, işçilerin anayasal haklarını kullanmaları karşısında gösterdiği tepki nedeniyle dokuz işçiyi işten çıkarmakla, sendika ve işçi düşmanı bir kişiliği tescillediğini, bu sebeple kendisine yakıştırılmış olan “TOPUKLU EFE” lakabına yönelik olarak, “EFE’LERİN ZALİMDEN DEĞİL MAZLUMDAN YANA OLMASI GEREKTİĞİNİ, OYSA KENDİSİNİN ZALİMLİK YAPTIĞINI VE TOPUĞUNUN KIRILDIĞINI” ifade ettim. Zaman içinde Özlem Çerçioğlu’nun şahsi çıkarlarını, kendisini önce TBMM’ye, sonra bir kentin Belediye Başkanlığı’na taşıyan partisine tercih etmesinin, "Efelik"le bir ilgisinin olmadığını gün gibi ortaya çıkardığını düşünüyorum.
İşçilerin direnişi iki yıl kadar sürdü. Süreç içerisinde işçileri sendikamıza üye olan belediye şirketinin “İŞKUR” dosya numarası, genel hizmetler iş kolunda yeni bir dosya numarası alınarak değiştirilmiş ve işçiler yeni dosya numaralı işyerine yeni bir iş yeri gibi nakledilmek suretiyle, iş yerinin iş kolumuz ve sendikamızla irtibatı kesilmiştir. Bu oyunda büyük olasılıkla diğer sendikanın akıl hocalığı yaptığını da düşünüyorum.
Direnişi iki yıla yakın sürdüren işçiler, yine CHP yöneticisi ve milletvekillerinin girişimiyle İzmir Belediyesi’nde işe başlatıldılar. Bunun gibi birçok süreçte işçilere ve sendikalarına destek ve dayanışmasını esirgemeyen vekiller olduğu gibi, duyarsız olanları da gördük. Mücadelenin başarısızlığa uğraması için çalışan sendikal yapılara da tanık olduk.
Dilimizdeki kimi abartılı tanım ve adlandırmaları, yaşadığım bir anı ile örneklemeye çalıştım. Bana göre kendisine takılan “TOPUKLU EFE”nin topuğunu, işçiler ve temsilcileri olarak mücadelemizle kırdık. O ise “EFE”ligin dayanaksız bir yakıştırma olduğunu, toplumsal çıkar yerine şahsi olanı tercih ederek apaçık kanıtladı.
Bu kadim topraklarda yaşayan halklar, gördüğü zulümler kadar zalimlere karşı direnen, toplumsal haklar için canını esirgemeyen kahramanlar da yarattı. Şahsi çıkarı için diz çökenlerle, ülkesinin çıkarlarını umursamadan emperyalistlerle iş birliği yapanların, yurdunun geleceğini ve güvenliğini riske sokan politikaları dayatan iş birlikçilerin yüzyıla yakın bir zaman sonra dahi nefretle anımsandığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Daha göreceğimiz, gelecek olan günlere….